QUAE FUERANT VITIA MORES SUNT / Eski Ayıplar Şimdi Adetten Oldu

Tramvayı bekliyorum, durakta bulunan ekranda, tramvay numaraları ve kaç dakika içinde gelecekleri yazıyor. Benim beklediğim tramvay en üstte ve beş dakika içinde durağa arzı endam edecek. Arada sırada gecikmeler olsa da, genel olarak ulaşım, “Hiç şaşmayan bir saat gibi işler durur” buralarda, Almanyada!

“Bir” tramvay geldi, durdu, kapılar açıldı, inmek isteyen yolcuların inmesi için, kenara çekildim; farkettim ki, inen yolcu sayısı çok fazla, oysa benim beklediğim ve yıllardır, bu saatlerde yolcusu olduğum tramvayın, bu durakta, bu kadar fazla yolcu sirkülasyonu olmazdı. O an tramvay numarasına bakmak geldi aklıma ve bingo! Gerçekten de, benim beklediğim değil, başka bir tramvaymış gelen ve ekranda da sırası değişmiş zaten.Son anda bir “yanlıştan” döndüm. Hoş yanlış dediğim tramvaya binseydim de, kıyamet kopmazdı, biraz geç kalarak, yürüme mesafem uzayarak “eve” varırdım, yani yoldaysan eğer “nişangah” son durak.

Buradan yola çıkarak… Hayatta bazen yanlış insanlara, yanlış insanlarla yol alıyoruz. Yanlış duraklarda inip zaman kaybediyoruz, oyalanıyoruz! Öyle zannediyoruz aslında. Her ne kadar hayat, her şeyi deneyimleyecek kadar uzun olmasa da, yaşadığımız her şeyin bir nedeni var, yaşananların götürdüklerinin yanında, bir getirisi de var. Hayatımıza değen her insan, bize bir şeyler öğretir ya da biz ona/onlara. Bu öğretiler, her zaman iyi ve güzel, kolay, basit demek değil maalesef. Bazen kendimizi farketmeyi, düşünmeyi, önemsemeyi bizi “mertçe” sırtımızdan vuranlardan öğreniyoruz. Bazen üzerindeki kıyafetlerin kalitesini, kişiliğinin asaleti sanıp, yüzünün, sözünün yumuşaklığına kandığımız insanın “narin” yalanlarından, mertliğin ve dürüstlüğün insanın kıyafetinde, eğitiminde ve doğarken ağzındaki “altın” kaşıkta olmadığını öğreniyoruz. Biz öğrenirken, kuşkusuz ki, öğretiyoruz da. Ama bu zorla yapılacak bir durum değil, “kaderin çabaya aşık olması” gibi, öğrenmek de gelişmeye aşık.
Içinde bulunduğumuz duygu ve ihtiyaçlarla, o zamanların doğru anlayışıyla, birilerini alıyoruz hayatımıza, elini tutuyoruz, coşuyoruz, mutluluktan serhoş, şiir oluyoruz, hayatı ve kendimizi paylaşıyoruz. Bu sadece karşı cins için değil, hayatımıza denk düşen, her türlü ilişki için geçerli bir durum. Ama önünde sonunda,
herkes görevini tamamlar ve gider, herkese görevinizi yapar ve gidersiniz ve hiç kimse artık eskisi gibi olmaz, olamaz! Hayatımızda kalanlar ise, değişim, gelişim ve dönüşüm ortaklığı yaptıklarımızdır.
Insanları merhamet, şefkat, edep, onur ve belki de en önemlisi vicdan gibi, insanı “kâmil” eden değerlerle mi tutuyoruz hayatımızda ya da? Bakıp görmek gerekiyor, tabii görmeye hazır olmak da. Görmeye hazır ve onları ait oldukları yere gönderecek kadar güçlü olmayınca, bahaneler üretiyoruz, hayatımızdaki insanların hatalarına, yanlış ve yanılışlarına, küçük pembe yalanlar diyerek mesela. (Tehlikeli olansa, onlar da, buna inanıp, başkasını inandırma gücüne sahip oluyorlar.)
Oysa her şeyin küçük bir adımla başlaması gibi, çürüme de “küçürek” bir yalanla başlar ve sonra kokarak, büyür. Insanların teninin kokusu olduğuna inanırım, kimisi hiç parfüm kullanmasa da iyilik ve edep kokar, kimisi ise pahalı parfümlere rağmen “üç harf”!
Nereden nereye geldik! Oysa bütün mesele, insan-ı kâmil olmakta ya da insan-ı beşer kalmakta. Gerisi laf-ı güzaf.


Yorum bırakın