Ihlamur ağacının altında oturdu. Hava güneşli falan değildi. Kapalı fakat yağmursuz bir havayı. Bu koca parkta birkaç genç sevgili (bana öyle geldi) ve başıboş sokak köpekleri, kumru, güvercin vb. Kuşlar, orada burada dolaşıyordu. Evet dolaşıyordu. Ihlamur ağacı ve diğer yaşlı ağaçlar, buranın kalıcı sahipleriydi. Ağacın altındaki bankta oturan Nayda, çevresiyle ilgilenmiyordu, çantasından telefonunu çıkardı. Sigarasını yaktı. Arka arkaya derin nefesler çekti sigarasından. Mümkün olsa dumanı ciğerlerinde tutacaktı(Bana öyle geldi). Bir süre telefonuyla meşgul oldu. Sigarasından bir nefes daha çekip attı, topuklarıyla ezdi. Yetinmedi, bir daha, bir daha ezdi.
Bu arada telefonu, birkaç dakika arayla ve her seferinde uzun uzun çaldı, ama telefona hiç yanıt vermedi. Ellerini uzun ve yumuşak saçlarına götürdü, saçlarını okşadı, okşadı. Sonra bir ara saçlarını, çevresine hissettirmeden yolmaya başladı. Her seferinde, avuç dolusu yolunmuş saçlarını, parktaki çimlere savurdu. Bir iki damla yaş, gözlerinden süzüldü, çantasının üstündeki telefonun ekranından kayıp yuvarlandı. Çevresine anlam vermek ister gibi, başını kaldırıp boş boş baktı.
Sanki oryantasyon yaşıyordu (bana öyle geldi). Az ilerideki caddeden geçen arabadan, bir türkü duydu:
“Nayda nayda nayda nahoy nanayda
Cilveloy nanayda
Nayda nayda nayda nahoy nanayda
Cilveloy nanayda”
Bu türküye eşlik etmek istedi, ama sadece gülümsedi. Sıkıntısı dağıldı, içine temiz hava çekti.
Uzak geçmişine gitti, şimdi bir zamanlar okumuş olduğu, üniversitenin kampüsündeydi, şımarık, güzel ve cilveli genç bir kadındı. Kadınlı, erkekli herkes onun güzelliği karşısında, ufalanıyordu.
Kendisine yaklaşan erkeklerin, onun güzelliği karşısında nutku tutuluyor, bir iki söz etmeden, yanından uzaklaşıyordu. Biraz daha dış dünyadan kopan Nayda, kendisini dekan yardımcısının odasında onunla öpüşürken düşündü, adamın protez dişleri Nayda’nın ağzında kalmıştı. başı döndü, midesi bulandı, öğürdü ve tükürdü.
O sırada yine, ısrarlı telefonlar çalmaya başladı. Arayan kişilerden biri, önemli bir bürokratın özel kalemiydi, yine telefona bakmadı. Başını eğdi, bir sigara yaktı ve dumanını, uzun saçlarının arasından savurdu. Başının hemen üstünde, az önceki kuşlar uçuyordu. Kanatlarının sesi fark ediliyordu, parktaki ot ve çiçek kokuları birbirine karışmış, Nayda’ya bir ferahlık veriyordu. Gevşedi, gevşedi ve kendinden geçti, ergenlik yıllarında buldu kendini. Yurt görevlisi olan Medine abla, kaldıkları yurdun odasında, onu kucağına oturtmuş, orasına burasına dokunuyor, Nayda’nın titreyen dudaklarına, küçük öpücükler konduruyor, ara ara şehvete kapılıp onun cinsel organına avuç atıp duruyordu. Bu sırada Nayda, Medine ablanın turabanini, çekiştirip başından, söküp atmıştı. Ama Medine abla bunu fark etmeyecek kadar histerikti. Uzun bir süre, bu sıkıştırma devam etti. Nayda henüz on iki on üç yaşındaydı, esirgeme yurdunda, bu korkularla ergenliğini yaşıyordu. Dini bütün görünen Medine ablanın, fantezilerinden kurtulmanın yolunu bulamıyordu. Birkaç kez, onun gece nöbetinin olduğu günlerde, yurttan kaçıp sokaklarda, parklarda gezmişti. Sarhoş erkeklerin sözlü tacizini, Medine ablanın fiziki tacizine, yeğ tutmuştu.
Yine telefonu çaldı, arayan kişi bürokratin kendisiydi. Daha önce hiç böyle bir şey yapmamıştı, telefonu sessiz moda aldı.
Nayda parktan kalkıp, su kenarında olan bir yere gitmek için, karşı konulamaz bir istek duydu. Bir deniz kenarı, bir göl kenarı, en azından bir nehir kenarında olma isteği, dayanılmaz bir hal aldı. Bu isteği bastırmak için hiç uğraşmadı, kendini hayal suyunun akışına bıraktı. Köpük köpük akan berrak bir nehirin içindeydi. Köpükler onu sürüklüyor, usul usul gideceği yere götürüyordu. “Sıfır Noktasındaki Kadın” romanında geçen, şu anda adını anımsamadığı, kadın kahraman gibi düşündü kendini. O da Nil sularına bırakmıştı, diri bedenini!
Orhan Hazar
(Fotoğraf: Anet Mankeoğlu)

