Eski bir hikayenin sararmış sayfalarının arasında, dördüncü paragrafın ikinci satırında buldum kendimi.
Solmuş, yırtılmaya yüz tutmuş, bazı yazıların okunamadığı bir hikayenin tam orta sayfasında.
Tek başınaydım, yanan bir mum alevinin tavanda bıraktığı o naif dalgalanmanın karşısında.
Ellerim ceplerimdeydi, belli ki mevsim kıştı, yoksa ellerim hep terlerdi.
Yüzümde henüz açmamış, gonca bile olmamış bir pembe gülün hikayesi, gözlerimde yağmurdan sonra yaprakların üstünde yuva kuran damlaların berrak hali, ellerimde hanımeli kokusu, yüreğimde yuvadan düşmüş bir yavru kuşun kalp atışı, ruhum ise, dikenli telle çevrilmiş bir hapishanenin bahçe duvarı.
Sonra sakince kalktım yerimden, sözcüklerin icinden geçip, sayfadan yavaşça çıkmaya çalıştım.
Öyle sararmış ve eskimişti ki sayfa, bastığım her yer ayağımın altından dökülüyor, sözcükler her bir sayfaya tutunup hikayenin sonunu oluşturmaya çalışıyordu.
Oysa hic bir hikâyenin sonu bizim istedigimiz gibi bitmezdi.
Biz yazsak bile…
Çünkü hikayeler hep kendini yazardı ve sonlar hep hikayenin icinden çıkan bilinmezlerin biraraya gelip hikayeyi öldürmesiyle son bulurdu.
Ortada ne bir hikaye ne de o hikayenin içinde yaşamış olanlar kalırdı.
Oysa ben kendimi bu hikayenin dördüncü paragrafının ikinci satırında mutlu hissediyordum.
Ne ordan gidesim vardı, ne de yeni bir hikaye yazasım.
Kalktığım gibi oturdum yeniden bir sözcüğün yanına.
Ayağıma dolanan bütün sözcükler, ellerimden tutup beni başka bir hikayenin kahramanı olmam için ikna etmeye çalışıyorlardı.
Topladım bütün sözcüklerimi iyi kötü hepsini.
Aldım yanıma.
Çekildim en son sayfanın, en son paragrafına.
Son sözcüğün yanına sığındım.
Sonra ” nokta “.
Sararmış Sözcükler ile ilgili yorum yok
Sararmış Sözcükler

