Varoluşu bir nedene bağlayarak açıklamak felsefecilerin, din insanlarının, kutsal kitapların işidir. Ben varoluşa toplumbilim penceresinden ve bir parça da davranışbilimsel olarak bakmak istiyorum. Yeryüzündeki bütün insanlar, sonsuz bir zincirin birbirine geçmiş halkasıdır. Doğanın döngüsü içinde bu halkalar kusursuz olarak birbirini pekiştirir ve yüce bir amaca hizmet eder: Bu yüce amaç insanın insana hizmet etmesi olarak özetlenebilir. Üretim organizasyonunun tüm tüketicileri yine insanlardır. Yani işçi, berbere; berber, öğretmene; öğretmen doktora; doktor mühendise; mühendis temizlikçiye..Bu durumu ünlü sosyolog Emile Durkheim “organik dayanışma” tezinde açıklamıştır. Özünde bu döngü “yüce amaç”tır. Gelişim, dönüşüm, ilerleme gibi süreçlerin yakıtı olarak da elbette “para” kullanılmaya başlanmış ve bu araç insanlığın gelişimine ivme kazandırmıştır. Ancak Yazımda ‘para’ yı tartışma konusu yapmak istemem.
Var olduk ve zincirin birer halkası olarak türümüzü yeni halkalara devrediyoruz. Nikos kazancakis yaşamsal bu döngüyü, ” Sonsuz bir karanlıktan gelip sonsuz bir karanlığa gidiyoruz; aradaki aydınlık boşluğa da yaşam diyoruz.” sözüyle özetlemiş. Yaşamı daha fazla indirip kaldırmak, kurcalamak küçük bir çocuğun oyuncağını kurcalamaktan öte bir şey değildir. Yüzyıllar içinde din insanları, filozoflar yaşamın anlam ve önemini belirli bir noktaya getirmişler. Hatta yetmemiş işin içine, günümüzdeki hokkabazlar gibi o dönemin de falcıları, cincileri vs girmiş. Kurcalandıkça kurcalanmış ve sonuç kocaman bir SIFIR olmuştur.
Koskocaman bir ağacın gövdesini ister Tanrı ister doğa olarak düşünelim. Bu ağacın bütün dallarını ve yapraklarını da yeryüzündeki insanların tamamı olarak görebiliriz. Aslında yeryüzündeki bütün canlılar için bu böyledir. Her insan evrenseldir. Yani benim fizyolojik ve sosyal güdülerimle yeryüzündeki herhangi bir yerde yaşayan birinin güdülerinden ne farkı olabilir ki? Hatta hayvanlar daha bir evrenseldir. Onların dilleri bile tamamen aynıdır : Dünyanın neresinde olursa olsun bütün kediler hep aynı miyavlamaz mı? Kuşlar, köpekler, kurtlar, ayılar…dilleri bile evrenseldir. Gerçi insanlar da her yerde aynı “ağlar,güler.” Böyle düşününce belki de insan, kısmen evrensel oluyor 🙂
Bize düşen sorumlulukları şöylece sıralayalım: üretmek, üremek, sevmek, saygı duymak, evrensel olabilmek, dürüst olmak, kendini tanımak, insani yönünü geliştirmek ve insan olarak zincirin halkasından ayrılıp “sonsuz karanlığa” gitmek… Türküsünde ne güzel ifade etmiş Arif Sağ:
O aşkı mecazla yandım yakıldım
Özde ben bir insan olmaya geldim
Biz insanlar yüzyıllardır gerçeği hep kendimizin dışında arayıp durmuşuz. İçimizdeki evrensel insanı fark edemeden yaşamışız. Hani bir Yunan mitolojisi mutluluk için diyordu ya, mutluluğu insanın içine gizleyelim. İnsanlar mutluluğu kendi dışında arayıp dursun. Kendi içlerine bakmak hiç akıllarına gelmez.
İnsanların bir yanılgısı da “doğayı yenmek” olmuştur. Doğayı yenerse kendi doğasının da yenilgiye uğrayacağını yeni yeni anlamaya başlamıştır insanlar. Gerçekte doğayla uyum içinde yaşamayı öğrenmeliyiz.
Bütün varlığıyla biz insanların koşulsuz hizmetinde olan doğayı yenerek aslında bizi var edeni yok etmeye çalışıyoruz.
Doğaya saygı, kendine saygı; doğaya sevgi kendine sevgi; kendine sevgi ve saygı herkese sevgi ve saygıdır. Bizim “herkesten farkımız” yoktur aslında.
Sizi Yunus Emre dizesiyle baş başa bırakıyorum : “Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm.”
Orhan Hazar

