Ben fareden korkarım, psikolojide bu korkunun bir de adı var, Musophobia. İnsanların yüzde dokuzu farelerden çok korkuyormuş, yalnız değilim yani.
Aslında bu duygunun korku olduğundan da çok emin değilim, daha çok bir iğrenme hali sanki.
(Fare korkusunun insan psikolojisindeki karşılığı, baba veya büyük erkek kardeş korkusundan ileri geliyor/muş, bu sav bana pek uymuyor! )
Literatürdeki yılan korkusunun adı ise Ophidiophobia, araştırmalar insanların yüzde yirmibirinin yılandan çok korktuğunu söylüyor.
Ofidiyofobinin nedeni ise tam olarak bilinmiyor. Korkunun temelinde, çocuklukta yaşanan bazı olumsuz deneyimler, travmalar ya da genetik etkenler olabilir.
Bense çok uzun zamandır, insandan korktuğum kadar yılandan korkmuyorum!
Yılanlarla ilgili belgesel izlemeyi sevdiğim kadar, korkumu bertaraf ederek farelerle de ilgili belgesel izlemeyi “severim”, ilginç bir tezat değil mi?
Ama yılan, bana her zaman fareden daha “sempatik” gelir; bu belki de, artık çok gerilerde kalmış olan, çocukluğumun mahallesindeki anılarla ilgilidir. Adana kavurucu sıcağı, yılanlar için bir cennetti sanırım. Çocukluğumun ilk yıllarında taşındığımız mahalle, yeni yapılanmakta olan, portakal ağaçlarının olduğu bir alandı, ama tam da bir fabrikanın dibindeydi. Fabrika duvarlarında sık sık yılanları görürdüm/k, biz sokakta oyun oynarken, yanımızdan geçtiğine de tanık oldum/k. Hatta komşu evine bir süre konuk olup, günlük sütünü içip gittiğini de anlatırlardı “Şahmeran”ın.
Yani yılan “korkusuzluğum” ona aşinalığımdan geliyor sanırım. Fare de yabancı(m) sayılmaz oysa… Yılanların cirit attığı bir ortamda, farelerin olmaması mümkün mü? Yoksa yılanın varlığı, fareleri görünmez mi yapıyordu acaba?
Demem o ki, insan bilmediğinden, tanımadığından korkuyor. Bu da insanî bir duygu, çünkü bazı duygular, insanın kendini koruma içgüdüsüyle ortaya çıkar.
Ama korkunun bir de, başka bir boyutu var. İnsan yanlış davranmışsa, hata yapmışsa, kendinden emin değilse ve gizleyecek, saklayacak, “örtbas” edecek bir şeyleri de varsa korkar. Kendini başka türlü “lanse” etmişse, gerçeğini bunun arkasına gizlemişse, bunun açığa çıkmasından korkar ve gün yüzüne çıkmamak için de her şeye “amenna” der. Ama gerçekler huysuzdur ve gizlenmeyi pek sevmezler. Çevredekiler ve sözde “dostlar” buna ne kadar çanak tutsa da, “korkunun ecele faydası yok”, olması gereken önünde sonunda olur! Kaldı ki, göğsünü gere gere yaşamak varken, gizemli değil ama, saklı gizli yaşamak, insanı nasıl rahatsız etmez?
Ben, hiç bir şeyden korkmayan, cesur yürek olmanın da, çok sağlıklı olduğunu düşünmüyorum; korkusuzluk da , korkunun, korkmanın bir çeşidi olmasın! İnsan sevdiklerini kaybetmekten korkabilir mesela, ölmekten, nefessiz kalmaktan, maddi kayıplardan….Hayata tutunmanın bir yolu da sevdiklerimiz, ailemiz, işimiz. Ama tutunduğumuz her şey sınavımız olur ve korkunun ecele hiç faydası olmaz.Tutunmak güç almaya çalışmaktır, düşmekten korkarak dayanmaktır. ama öncelik kendinde olmalı, kendine sarılmalı insan. Çünkü hayat kaybetmekten korkarak, sıkı sıkı sarıldığın her şeyi senden geri alıyor!
Stefan Zweig’ın da dediği gibi,
“Korku, cezadan çok daha beterdir, çünkü ceza bellidir, ağır da olsa, hafif de, hiçbir zaman belirsizliğin dehşeti kadar, o sonsuz gerilimin ürkütücülüğü kadar kötü değildir”.
Ama en büyük korku, Nazım’ın tanımladığıdır “Hiçbir korkuya benzemez, halkını satanın korkusu”
Ya kendini ve ruhunu satanın korkusu neye benzer? Bunu yapan, yaptığının farkında olmaz diye düşünüyorum, farkındaysa da insan olamaz, insan kalamaz!
Canan Kayışlı

