Üç kısa günden bana, elimde begonviller, tenimde mavi yasemin kokusu, gözlerimde Ada gecelerinin o naif buğusu, yüzlerce kedi, martı sesleri, yanmış odun kokusunun ruhumda bıraktığı o tuhaf tat, iskeleye yanaşan vapurun dalgasından gelen o inanılmaz deniz kokusu, boyları ağaçlarla yarışan paslı tenekelerde büyüyen rengarenk güller, akşam sefaları…
Denizlere açılan sokaklar.
Mora boyanmış sarmaşıklar.
Hiç eskimeyen sakız sardunyalar.
Keyfe keyif katan anason.
Üzümün kadehteki en kırmızı hali.
Lezzeti damakta kalmış mezeler.
Likörle sunulan köpüklü Türk kahvesi.
Telgraf çiçeğinin moru, Çingene çadırı çiçeğinin bordosu.
Arka bahçedeki yavru kirpinin iğnesi.
Kedilerin yemyeşil gözleri.
Kendini kış güneşinin kucağına bırakıp sürekli uyuyan köpekler…
Eski püskü pencereler.
Merdivenler.
Ve kapılar kaldı…
“Dünyadaki bütün oksijen bir anda bitmiş gibi hissettiğim, ya da aşırı yüklenmeden dolayı kilitlenmiş gibi hissettiğim bir zamanda ve böyle giderse sistem çökecek” dediğim bir an da ne kadar da iyi geldi Ada…
Kararmış umutlar bile yeşeriyor böyle zamanlarda.
Artık nadiren de olsa içimde hâlâ dünyayı değiştireceğime dair umut ateşleniyor.
Geriye dönerken yazdığım her şeyi topladım getiriyorum.
Bazısını ellerimde.
Kimini yüreğimde.
Hatta eski kapıları bile.
Tokmağındaki pas.
Ahşabındaki küfü bile…

