Global ölçekteki bir zincir kafenin terasında oturdum, çevremdeki masaların tamamı doluydu. Gürültülü konuşmalar, anlam veremediğim kahkahalar, açık hava olmasına rağmen duman altı bir ortam…siz, gözünüzde canlandırın artık. Aralık ayının ortalarıydı. Güneş henüz batmıştı, Soğucak bir hava vardı. Cadde kenarında seyyar kestaneciler, nergis satan kız çocukları, trafik ışıklarında araç camlarını silmeye çalışan delikanlılar… Sel gibi akan araçlar… Bulvara hakim bir konumda kahvemi yudumluyorum. Yalnızım. En sevdiğim ender anlardan bir andır bu. Bulvar ışıkları, vitrin ışıkları, araç ışıkları birbirine karışmış, bir ışık sarmalı olmuştu.
Kişilik olarak gözlem yapmayı seven çok dinleyen ve az konuşan biri olarak ben, keyfi yerinde, kahvemi yudumluyorum. Arada bir masaların çevresindeki, çoğunluğu genç olan müşterilere şöyle bir bakıyor ve gözlerimi tekrar bulvara çeviriyordum.
O anda farkında olmadan şu dizeleri mırıldandım :
…………………….
sisler bulvarı’nda seni kaybettim
sokak lambaları öksürüyordu
yukarda bulutlar yürüyordu
terkedilmiş bir çocuk gibiydim
dokunsanız ağlayacaktım
Birdenbire, nasıl oldu anlamadım, Attila İlhan gelmişti masama. Belki de iç sesim buyur etmişti. Duygulanmıştım. Nemeren gözlerimi kısıp bulvara baktım yine. Mendil satan küçük bir çocuk, kaldırıma oturmuştu. Bir ara koluyla akan burnunu sildi. Elleri, burnu, kulakları üşümüştu. Ben öyle hissettim.
Bulvar giderek hareketleniyor, araç gürültüleri, kafenin gürültüsünde yitip gidiyordu. Masamdaki boş sandalyelerin çoktan başka masalara taşınmış olduğunu henüz fark ettim.
Az önce kaldırımda oturan mendilci çocuk şimdi kafeye girmiş, masaların arasında dolaşıp mendil satıyordu. Bir anda bir gürültü koptu, mendilci çocuk yerde yatmış ağlıyordu. Çocuğun başında bir kadın ve bir erkek sözlü dalaşıyordu. Adam, mendilci çocuğun kendisine mendil satma ısrarindan rahatsız olmuş ve çocuğu dövmüştu. Kadın da erkeğe karşı hiddetlenmişti.
Garsonlardan biri mendilci çocuğu kafeden dışarı çıkarmak için uğraşırken usulca yerimden kalktım. Kalabalığın orta yerine girdim. Mendilci çocuğu alıp masama getirdim. Sıcak bir çikolata alıp döndüm. Yavrucağın içi ısındı. Gözleri gülüyordu. Çocuk beni sakinleştirmek ister gibi “Boş ver abi, ben alışkınım. Bu durumları hemen hemen her gün yaşıyorum.” dedi. Ve masadan kalktı, gitmek istedi. Elinde kalmış olan üç beş mendili aldım, parasını cebine sokuşturdum.
Az önce yaşanan tatsız duruma sadece izleyici olan bu müşteri kitlesine biraz daha dikkatli bakıp düşünsel ve duygusal dünyalarını gozlemeye odaklandım: Neredeyse tamamı genç ve üniversiteli.
Eminim birçoğu insan hakları, çocuk hakları, kadın hakları ve hatta hayvan hakları konusunda birkaç söz söyleyecek ve bu hakları savuncak bir bilgiye sahip. Ama burada önemli olan bir şeyler biliyor olmak değil. Önemli olan bilginin eyleme dönüşmesi değil midir? Aklıma ünlü felsefecilerin görüşleri geliyor: Bilginiz davranışa donuşmedikçe sadece bilgilisiniz ama “cahil’siniz.
Soğumuş kahvemden son bir yudum alırken yine şu dizeleri mırıldandım:
İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Eğer kendin bilmezsen
Bu nice okumaktır
Ve Yunus Emre’yi masada Attila İlhan ile baş başa bırakıp kalktım.
Orhan Hazar

