Bizim “şahane toplumumuzda” insanları geldikleri yere, yetiştikleri aileye göre değerlendirmek gibi bir gelenek var; ama bu daha çok küçümsemek için kullanılan bir düşünce kalıbı. Eğer biri “haddini aşıp” yoksul ve belki de cahil bir aileden geldiğini unutup, mal mülk sahibi olmuşsa, boyunu aşan bir eğitim almışsa “Bu kadar nasıl büyüdü? Düne kadar ayağında don olmayan, sümüklünün tekiydi o” yaftası asılır boynuna. “İşçisin sen, işçi kal” şarkısı dinletilir ona, yüzüne yüzüne; haddi, sınırları, gelişimi, değişimi başkalarının belirlediği kadardır! Daha fazlası fikre zarardır, hakedilmemiş kazançtır… Mahalle baskısı mı dedi birisi?
Doğduğun aileye bağlı olarak, kalman gereken seviyeyi, olman gereken yeri tebliğ ediyor sana “birileri”. İnsanın yapması ve yapmaması gerekenler, fakir, zengin, ebeveynin “iyi-kötü” olmasına bağlı kimilerine göre. Görünmez duvarlar örüyor, vakti bol, aklı kıt asla değil, kötü olanlar…Sınırı aşana “hakkı” olandan fazlasını isteyene “Ananın yanında mı gördün?” basmakalıp cümlesini, bir tokat gibi önüne seriyor. “Ananın yanında mı gördün?” “Babanın yanında mı?” diye de vuruluyor mu bu cümle bilemedim!
Son zamanların en dile pelesenk tanımı “sosyal çürüme”.
Sanılıyor ki, çürüme yeni başladı. Çürüme, çürümek yanlışı görüp sustuğunda başlar. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” kirliliğinin olduğu zamanlardan geliyor sosyal çürüme. Bu zamanlara gelebildiğine göre, derine, en derine işlemiş maalesef.
Benim de insanları geldikleri yer ve yaşadığı koşullarla değerlendirmek gibi “batasıca” bir huyum var/dı, ama pozitif anlamda!
Her şeyi anlamaya, nedenleri, niçinleri bilmeye çalışarak, insana yakışmayan tavırlara da bahaneler bulan bir aklıevveldim. O kadar ki, bunu herkesin yaptığını da sanacak saflıktaymışım meğer, yeni uyandım. Ahh… Saflıktan, saflığımdan vuruldum. Acıttı, çok acıttı. Ama şimdi diyorum ki: Saflıktan vurulmak, hinlik, cinlik, hainlik, yalan, hırsızlık gibi “meziyetlere” sahip ve KOK da olmamak olduğuna göre, bu bir “onur” aslında. Ama bu “böyle gelmiş, böyle gidecek” demek de değildir, yani vur eline, al lokmayı dönemi de geçiyor be Hafız…
Çünkü insan dengeyi öğreniyor, insan kötülük yapmayı değil ama, kötülüğü tanımayı öğreniyor, onunla başetmeyi, kendini korumayı, mesafe koymayı, karşılık vermeyi öğreniyor ve hatta öğreniyor ki: Kirlenmek güzeldir!
Önceleri bir haksızlığa, bir yanlışa, bir kötülüğe maruz bırakıldığımda “kim bilir nasıl yetişti, kim bilir nasıl sorunları var” diye düşünürdüm (sanki ben bir fanus içinde, pamuklara sarılarak büyümüşüm gibi) O insanları anlamaya, hatta haklı çıkarmak için bahaneler yaratmaya çalışırdım. Fazla empatik olmak kendine zarar vermekmiş meğer. Çünkü insanların
ne yaşadığı önemli olsa da, bize ne yaşattıkları daha önemlidir, daha doğrusu neye, ne kadar izin verdiğimiz.
Goethe der ki: İnsanların kötü olduğunu görmek
beni şaşırtmıyor ama, bu yüzden hiç utanmadıklarını
görünce hayretler içinde kalıyorum…
Bana sert diyorlar.
Sertmişim! Aslında mendebur diyecekler de,
kibarlıktan demiyorlar… Pek haksız da sayılmazlar, sertlikten ve sertlikle örülü bir zırhım var, var!
Bunu söyleyenler “sözde” beni tanıyanlar. Oysa özde tanımanın temelinde, benim yaptığım gibi ya da bir zamanlar daha çok yaptığım gibi anlamak vardır, anlamaya çalışmak.
Neden diye sormak, anlamaya ve görmeye çalışmak vardır g/öze inerken. Ama anlamanın temelinde değer vermek vardır, sevmek vardır “sevmek anlamaktır”.
Leyla Erbil’in dediği gibi, acaba “ben hiç sevilmedim mi?”
EKG’de dümdüz bir çizgi ölüm demek. Hayat da iniş ve çıkışlarıyla, iyi ve kötüyle bir denge hali. Sanırım insan, muhatap olduklarıyla güçleniyor; düştükçe değil ama, kalkmayı başardıkça, derisi kalınlaşıyor; bu da gardını alarak yaşamak demek, maalesef.
Ben kötülük yapmadım, ben sadece tanık oldum deme ey fani, çünkü “Gerçeği susmak da, yalana dahildir”
Ve derler ki: Kaçınılmaz olarak, gerçek ve gerçek hayat, herkesin kapısını çalar birgün, o gün!
Hamiş: “Karanlık duy beni, korkmuyorum senden”
Canan Kayışlı


