Ben babaannemi hep sandığının önünde oturmuş, anılarını kucaklamış hatırlarım.
Odaya yayılan lavanta kokusunda hatırlarım.
Tespih sesinde, Türkçe ettiği ve anladığım dualarının içinde hatırlarım.
Çoraplarına taktığı lastiğini başının üstüne koyup, sonra lastiğini ararken hatırlarım.
Ama en çok bu çok eski sandığın kapağını açmış, içinde bir şeyleri karıştırırken hatırlarım.
Arkası bana dönük, yere oturmuş, beyaz tülbentini kulağının arkasına atmış, elbisesinin eteğini yanına savurmuş sandığının içinde bir şeyler arar gibi hatırlarım.
Neydi o aradığı, hiç bilemedim çocukken.
“Babaanne ne arıyorsun” derdim.
Hiiiç derdi.
Ama bir şey aradığı belliydi.
Sandığının içinden yükselip odaya karışan biraz naftalin, biraz da lavanta kokusu, sabahları biraz fazla gelirdi bana, offf çok kokuyor kapağı kapatsana derdim.
Peki derdi.
Yavaşça indirirdi ceviz ağacından yapılmış ağır kapağı, porselen kulpundan tutar, bir şeyler söylerdi.
Bütün anıları sandığa gizlerdi.
Yanıma gelir otururdu, çocukken saçlarım hep uzundu, onları alır dizlerinden aşağı sarkıtırdı su gibi.
Okşamaya başlardı.
Hadi anlat derdim, savaş zamanı dayınız sizi kardeşinle İstanbul’a nasıl kaçırdı.
Ben büyüyene kadar ve o veda edene kadar bu acıklı hikaye hep anlatıldı.
Gözlerinin içine bakarak, “hadi anlat ” dememi hep bekledi.
Bunu bildiğim için, ben de hep dedim.
Anlatırken ağlardı, gözlerinden akan yaşlar, saçlarıma düşerdi.
Her bir saç telimden ayrı ayrı gözyaşları yerlere akardı sanki, nehir gibi.
Babam buna çok kızardı “anlattırma geçmişini çok üzülüyor tansiyonu yükseliyor ” derdi.
Ama babaannem kendisinin arzu ettiğini, anlatarak özlem giderdiğini söylerdi.
Yılmadan dinledim onu senelerce, özlemlerini, anlattıklarına katıp yol ettik çocukken terk etmek zorunda kaldığı memleketine.
Kara bir tren gibi uzadı, dumanı tepesinde, ormanların içinden geçti o tren, ırmakları aştı, dağları deldi ve bir gün..
” Ben o sandıkta hep neyi bulmayı hayal ediyorum, biliyor musun dedi.
Neyi dedim.
Kardeşimi dedi.
Hiç anlamamıştım.
“Benim sana yıllarca anlattığım hikayemin eksik bir yanı var” dedi.
“Biz köyümüzden İstanbul’a göçerken iki parça eşya ve kardeşimi bu sandığın içine koymuştuk…

Karda soğukta yol alırken, durup sık sık kapağı açıp onun o güzel parlak gözleriyle karşılaşıyordum.
O da bana iyiyim der gibi gözlerini bir açıp, bir kapatıyordu.
Kar yolları tutmuştu yürümek zordu, geceydi, sadece yıldızların ışığı vardı ayaz mevsiminde.
Bir ara durdu kafile, herkes yanında getirdiği kuru ekmeği paylaşmaya başladı, onun da aç olabileceğini düşünüp sandığın kapağını açtım, kuru ekmeği bir parça peynirle uzattım.
Ne o kara parlak gözleri dönüp baktı bana, ne de eli uzandı kuru ekmeğe.
Ağladım ağladım, gözyaşlarım derin oyuklar açtı karda.
Dizlerim boşaldı, yığıldım kara.
Onu orda bıraktık karların altında, yanımızda getiremedik, günlere süren o yolculuğa onu yol arkadaşı edemedik.
İşte ben bu sandıkta hep onun parlak gözlerini ve minicik ellerini aradım yıllarca, tam da en son ona baktığım saatte, sabahın en erkeninde…


Yorum bırakın