Hayatta her şeyin bir cevabı, bir sebebi, bir açıklaması vardır…
Bazı insanlar neden konuşmayı sevmez? Başkaları onu keşfetmesin diye bilinçli bir oyun mudur bu? Yoksa kendinden kaçtığı için midir? Ya da hayatın gerçekliğiyle yüzleşmekten korktuğu için mi?
Kendimi bildim bileli her daim ‘anlamaya çalışmak’, ‘cevap bulmak’ gibi takıntılarım var. Bir şeyi anlarsam ve bilirsem özgürleşirim duygusu bende hep hakim olmuştur. Herhangi bir durumda bana neyin niçin olduğu anlatılsa hiç ısrarcı olmadan dönüp arkamı gidebilirim, ama cevapsız bırakıldığımda ‘değersizim’ duygum ön plana çıkıp, içimi gittikçe daha da kemiren, çığ gibi büyüyen bir ‘anlama takıntısı’na dönüşen hırs oluşuyor.
Hayatın ve varlığımızın anlamını bulmak için sorgulamamız gerekmez mi? Bir insanın hayat görüşü nasıl oluşur? Ona verilen bilgileri araştırmadan, toplumun sunduğu doğruları kabul etmek midir yaşamak? Bence bu durum dogmatizmden başka bir şey değildir. İnsan gelişmek için sorgular. Kendi doğru diye bildiklerini de sorgular, ve böylece gelişir. Bildikçe kabullenmeyi öğrenir… Öğrendikçe ruhu özgürleşir…
Hayatıma çok şey katan biri vardı, değer verdiğim. Ona bir soru sordum, ‘hayatımda var mısın yok musun’ tarzında… Bu soruya cevap vermek zordu, bunu kabul ediyorum. “Hayatındayım” dese sorumluluk alacaktı şüphesiz, “değilim” dese hepten kaybedecek. Beklediğim cevap “bunu tam olarak bilemiyorum, kafam karışık” veya “olmak istiyorum ama olamıyorum” tarzında bir şeydi. Aldığım cevap ise; “Hayatta her şeyin bir cevabı var mıdır? Bence olmasa da olur” şeklindeydi. Çok şaşırmıştım. Bir diğer insanın hayatında olmak isteyip istemediğini bilmez mi insan, bunu sormaz mı kendine, yaşadığı şeyin ne olduğunu sorgulamaz mı? Belli ki bunu hiç düşünmemişti…
Etrafımda sorgulayanların insanların sayısı o kadar az ki… İki asır arası yaşamanın zorluğu bu olsa gerek.
Bin dokuz yüzlü yılların ortaları sayılabilecek bir dönemde doğdum. Şu an yirmibirinci yüzyılı yaşıyor olduğumuz bir zaman diliminde ellili yaşlarını yaşayan bir kadının gözüyle şunu söyleyebilirim. Bizim kuşağın insanları, ev yemeğinin emeğini ve tadını bilerek, o yemeğin oluşmasından sofraya geldiği ana kadar geçtiği tüm evrelerin bilincinde olarak yeme eyleminde sadece doymayı amaçlamadı. Birlikte belli bir saatte yemek yeme işlevi için sofraya oturmayı, hatta yemekten önce dua etmeyi, şükretmeyi bildik biz. Sofradaki yemeği tadına vararak, içindeki değişik lezzetleri ayrıştırarak yedik…ve doyduk…açlık dürtümüzü beslerken, ruhumuz da beslendi. Emeğin, zevkin ve paylaşımın bilincine vardık…şükran duygusuyla.
Bunu yapabilmiş insanlara ‘gurme’ sıfatını yakıştırıyorum. Oysa günümüz insanını ‘fastfood insanı’ olarak adlandırmayı uygun buldum. Şimdi çoğu insan zamanının kısıtlı olduğu gerekçesiyle, içinde ne olduğunu tam da bilmediği, yapımında fazla bir emeğin harcanmadığı, ‘mikrodalga’ ile ısıtılan yemek çeşitleri ile besleniyor. Sadece karınlarını doyurmak için, masaya dahi oturmadan, bir başkasıyla iki sohbet etmeden çok hızlı bir şekilde bu yiyeceklerden tüketip günlük koşuşturmalarına devam ediyorlar. İşte bu toplumda yaşayan günümüz insanlarının iletişimleri de tıpkı beslenme şekilleri gibi hızlı, yüzeysel, emeksiz…Yaşanılan ‘mikrodalga’ tipi duygular da, çabuk ısınıp çabuk soğuyan yemekler misali seviyesiz, yüzeysel, ‘ilişkimsi’ paylaşımlara dönüşmüş durumda.
Bu yüzden insanlar konuşmuyor, sorgulamadıkları ve cevapları kendilerine bile veremedikleri için konuşacak derin konuları da olamıyor. Kendi hayatlarıyla ilgili önemli kararları veremiyor, başkalarının kararlarıyla adeta tutsak gibi yaşıyorlar.
Kendi özgür irademizle verdiğimiz kararların sonucunda üzülsek de, hayatında keşke’lere yer olmayan ‘özgür ruhlu gurmeler’ olarak yaşama şansına sahip olacağız.
Hayatta her şeyin bir cevabı, bir sebebi, bir açıklaması vardır… Ve hayat seçme özgürlüğüdür…

